13 Mart 2015 Cuma

Şimdi Okullu Oldum -1

Her şeyin nasıl basladığını düşününce, o kadar geriye gidiyorum ki, “her şey toz bulutuydu”ndan az hallice bir noktada durabiliyorum. Her şeyin başladığı nokta çok, çok gerilerde, ama Polonya'daki o akşam bir dönüm noktasıydı.

Her şey(in bir kısmı), zaten hep olduğu gibi, saçma sapan bir akşam başladı. Varşova'da İngiliz görünümlü bir Fransız'a hayatımın potlarından birini kırmıştım, ve yahut kırayazıyordum. O kısım önemli değil. Önemli olan kısmı, her zamanki gibi “yea aslında bu işi yapmak istemiyorum ama gezmeyi seviyorum” diye yakınıyordum ki, İngiliz görünümlü Fransız dedi: 

- Madem istediğin bu değil, neden işi bırakmıyorsun

Kendisi İngiltere de bankacılık yapıp paranın dibine vururken işi bırakıp Varşova'da veterinerlik okumaya baslamış. O demeyecek de kim diyecek tabi bırak işi diye. Mandal sepeti değil ki, iş bu iş diye ağzına terikle vuramıyorsun, yapmış bi kere zira, atıp tutmuyor. Balık balık baktım, beylik beylik cevapladım. Ama o birkaç andan biriydi, aslında gerçek bir cevabımın olmadığını anladığım. Karşımdakinden çok kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ve tabii ki başaramıyordum.

O sıralar henüz bitmemiş, ve hala yazılamamış Roma hikayesinin de etkisiyle, sahi dedim, Avustralya'ya yerleşeyim, bir taraftan yılların hayali antropoloji masterı da yaparım hem dedim. Milattan sonraki Temmuzlardan 2013.'süydü (Birileri oturup saymış, kitlesel deliliklerimizden biri daha).

Sonra hop, 2014 Nisan'a atlıyoruz, bu esnada Avustralya çalışmalarına başlamış, göçmenliğin bürokratik labirentinde iki ileri bir geri gidiyordum. Kaderimin ufak bir oyunu olarak, Yeni Zelanda'da bir projeye gitmiştim. Dönüşte de, Avustralya'da bir haftalık tatil yapıyordum. Hem keşif, hem tatil yapıyor, hem şehirlere alıcı gözüyle bakıyor, hem de Roma-Venedik-İstanbul hikayesinin Melbourne ve en son ayağını ekliyordum. Evinde kaldığım arkadaşımaAvustralya'ya gelcem ben yea, hem okuyacam hem çalışıcam” diyordum ki, B.'den o çarpıcı soru geldi:

-Neden Almanya'yı düşünmüyorsun? Madem okumak istiyorsun, okullar orada ücretsiz, burada yıllık 15bin dolardan başlıyor.

Kendisi de birkaç sene Avrupa'da kalmış, Almanya'yı seven ve Avustralya'daki eğitim sisteminden de illalah etmiş biriydi. O demeyecek de kim diyecek tabi Avustralya'da eğitim bok gibin, naapcen burda diye. Yine balık balık bakarken, yine beylik beylik cevapladım ve yine esasen gerçek bir cevabımın olmadığını farkettim.

Sonra işte, hikaye bu ya, Avustralya'dan döndüğümde patron yeni proje var, Almanya'ya gidiyorsun dedi, hop kendimi hepi topu bir ay sonra Nürnberg'de buldum o konuşmadan sonra. Wellington'da kıyım kıyım ev aradım, onlarca mesaj attım sağa sola, hatta numara karışıklığı oldu, ev için mesaj attığım kişilerden birinden S&M seasından önce kahve getirip getiremeyeceğimi soran mesaj bile aldım. Ve fakat 2.5 ayda 8 otel değiştirdim ve ev neyin bulamadım. Ama gel gör ki Nürnberg'de, oraya gittiğimin ikinci günü şipşirin bir evde şipşirin bir oda buldum şıp diye ve en şahanesi de şapşahane ev arkadaşları.

Ev arkadaşlarımdan biri gençlere psikolojik danışmanlık veriyor, boş zamanlarında jonklörlük ve okçuluk dersleri veriyor. Diğeri fizikte doktora yapıyor, diğeri de üniversiteye yeni başlamış, 2. dönemi Alman dili edebiyatında. Hemen hemen aynı yaşlardayız hepimiz, ve aynı karmaşık frekansta. Ve evet, istediğim böyle bir hayat diyorum, Andi'yle romanlarda yazarların kendi fikirlerini görüp göremediğimizi tartışırken ve Tool sevgisi yarışına girerken, Franci'yle akşam iş/okul çıkışı bir bira içmek için mahalledemizdeki bi bara giderken ve Peter'dan 3 topu çevirebilme dersi alırken parkta, işte tam da bu diyorum. İşten çıkıp eve gelmek için, beraber yemek pişirip yemek için hiç bu kadar sevinmemiştim daha önce.

Bu şekilde bir ay geçiyor kalbimin yine irice bir parçasını arkamda bırakarak İstanbul'a geri dönüyorum, ilk işim Almanya'da yapılacak bir master aramak. Bulduğum birkaç master, önce lisans şart diyor (hayret). Master of Arts için Bachelor of Science bir anlam taşımıyor, bunun hayal kırıklığı birkaç dakika, saat ya da an sürüyor. Lisanslara bakıyorum sonra. Diyorum madem ciddiyim bu işte, madem Almanya'da böyle yaşlı öğrencilik normal bişi, buluyorum dişime göre bir lisans bölümü. 

Temmuz 2014. Başvuruyorum lisansa 11 senelik, artık çoktan örümcek bağlamış, tozlu ÖSS sonucumla. Üflüyorum üzerindeki tozları, koyuyorum zarfa lise diplomamla. Duygusal bir motivasyon mektubu yazıyorum, Avustralya'ya göçmenlik için girdiğim IELTS sınavımın sonuç belgesini de ekleyince, -ki daha önceden Avustralya için girmemiş olsaydım, okula başvuramayacaktım zamanında-, yeni bir hayat mümkün mü isimli deneyin malzemeleri tamamlanıyor.

Hikaye bu ya, yani gerçekten dizide olsam, senaristlere sövüp sayarım, az daha gercekçi yazsaydınız şu sahneyi derdim, Ama okuldan kabul aldığım gün, Danimarka'dan iş teklifi aldım karar anını zorlaştırmak in. Ve tam da aynı gün. Gündüz email aldım program direktöründen, kabul aldığıma dair. Akşam da Kopenhag'daki arkadaşımla skype tan iş görüşmesi yaptık, iş ne, ne kadar alırım, ne zaman gelirim diye. Arkadaşımın şirketine girip işi beraber büyütebilirdik. Kopenhag da bir start up ın parçası olma şansı bir yerde, patronumun beni Seattle a gönderme planları ayrı bir yerde, hepsini kenara koyup alakasız bir bölümde öğrenciliğe baştan başlamak ise bambaşka bir yerde.

Ve 24 Ekim'e sarıyoruz şimdi, Cuma sabahı. Gidersem Ekim'e demiştim, gittim neyse ki. Cuma sabahı. Vizem Salı günü gelmiş, Çarşamba işten istifa etmişim ve bavulumu hazırlamışım, Perşembe Freiburg'a gelmişim, Cuma sabahına uyanıyorum yurt odamda. Burası neresi diyorum, neredeyim, ne yaptım ben? Hayatımın en garip anları. Nerdeyim, ne yaptım? Patronumu arasam geri alır mı beni? Aman Allah'ım ne yaptım ben diyorum. Hayatımın en absürd anı.

Sabah kalktım ve okula gittim

Ps. Yalnız yazınca farkettim. Roma'da O. ile tanışınca Avustralya aklıma girdi. Varşova'daki Fransız neden işi bırakmıyorsun diyince işi bırakıp Avustralya ya yerleşmeye karar verdim. Proje icabı Avustralya'ya gitme fırsatı doğunca oradaki arkadaşım neden Almanya'ya gitmiyorsun dedi. Proje in yine, Almanya'ya gidince evet niye Almanya değil dedim. Yani Almanya'da okula başlamak in İtalya-Polonya-Yeni Zelanda-Avustralya-Almanya hattına yayılmış birtakım çarpık ve karmaşık ilişkilerden geçmem gerekti. Evet gerçekten çok mantıklı. Hayat bazen en amatörce yazılmış dizilerden bile daha amatörce yazılmış gibi.

Pps. Nisan'da 30 oluyorum. Bu konuda ne hissettiğimi de ne hissetmem gerektiğini de bilmiyorum. Sanıyorum dedikleri doğru, 30'undan sonra başkaları senin için ne diyor, ne düşünüyor, çok da umrunda olmuyor.

Ppps. İşbu yazı, pek sevgili müdür Godsy'e verilen söz üzerine yazılmıştır.   




Bir Hikaye: Tren -2

Hayatımda iki yolculuk oldu, sanırım asla unutamayacağım, diğerlerinden çok farklı. İlki Toluca'dan Mexico City'e otobüsle giderkendi. Otobüsün en ön koltuğunda, bana her açıdan tamamen yabancı bir yere giderken, ne göreceğimi, ne beklediğimi bilmeden yola baktığım o an, sanırım en mutlu olduğum andı. Otobüste oturup, ne olacağını, ne yapacağımı ve ne göreceğimi bilmediğim o an. Ama herhangi bir bilmemek gibi değil, hiçbir beklentimin olmadığı, ne olacağına dair hiçbir fikrimin olmadığı cinsten, enine boyuna, dibine kadar bir bilmemezlik. İlk kez o kadar bilmiyordum. İçimde muazzam bir sevinç, ne idüğü belirsiz ama tadını ilk defa tattığım, kokusunu ilk defa kokladığım değişik bir sevinç. Sonradan da o sevincin bağımlısı oldum. Ama ilki gerçekten farklıymış. (Aannelikle uyuşturucu bağımlılığı arası bir yer). Şimdi ne zaman bilmediğim bir yere gitsem, Mexico City'e giden otobüsteki o heyecanın izi var. Her yeni şehir biraz Mexico City.

Diğeri de Roma-Venedik arası gece treniydi. Ve sanırım anlatamam bile. Anlatabilirim sanmıştım. Ama o gecenin bir sürü boyutu var, kelimeler, sesler, iki ufak çocuk ve babası, Cezayirli bir kız, ona kırdığım pot, çapraz oturuşumuz. Bir tren kompartmanı önce, ama gece 12'den sonra sihirli bir çadıra dönüşüyor. Uyku tulumu 6 kişiye yetecek bir battaniye oluyor soğuktan koruyor hepimizi. Sonra başka bir battaniye daha çıkıyor büyülü çantadan, o da bizi ışıktan koruyor. Peri masalındayız artık, sağdan soldan örtüler uçuşuyor. Ray müziği çalıyor bir taraftan, tren yolculuklarının o kendine has sesi, çıkırt çıkırt tınk tınk çıkırt çıkırt. Hem filmin içindeyiz, sallanıyoruz ufak ufak. Hem de dışındayız, sound trackini de duyabiliyoruz.

Ve sanırım sonunda gerçekten konuşuyoruz o yolculukta ilk kez. Yani ben konuştuğumu sanıyorum. Daha önce kimseye anlatmadığım salaklıklarımı bile anlatıyorum, çünkü aklıma zekice hiçbir şey gelmiyor. O. da anlatıyor, her zamanki gibi güzel güzel, her zamankinden daha güzel. Sanırım o da benden hoşlanıyor diyorum, çünkü herhangi bir insan herhangi bir insana öyle durup dururken kadar tatlı bakamaz. Bir noktada birkaç saat uyuyalım diyoruz ama ben yalan kandırıyorum, O.nu izliyorum uyurken. Zaten günlerdir uyumamışım, alışkanlık yapmış, uyuyamıyorum önce. Alışmamışım böyle duygulara, heyecandan uyuyamıyorum sonra. Hem içindeyim masalın, ne olacağını bilmiyorum. Hem de dışındayım, nereye gittiğini biliyorum hikayenin.

O tren yolculuğundan sonra da, her tren yolculuğu biraz O.nla oldu. Her tren Roma'dan yola çıkıp Venedik'e uğradı biraz.

Bir Hikaye: Roma -1

Üzerinden 2 sene geçtikten sonra anlatıcak, o detayların üzerinden geçebilecek selameti gösterebildim. Ve evet epey detaylı. Şu okudğum son kitapta bahsettiği gibi, "thick description" çünkü. Salt olayın kendisi, olduğu an değil; öncesi sonrası, olan ve olamayanlarıyla her sey dahil versiyonu.

**************************************
1. Gün:
Kullanmam gereken bir haftalık tatil vardı, mesailer birikmiş ve Nisanın son haftasına kadar kullanmam gerekiyordu. Adana'ya mı gitmeli, piyano alıp bir hafta gece gündüz ona mı çalışmalı derken kendimi birtakım arkadaşların da gazıyla Milano'da okuyan arkadaşımı ziyaret ederken buldum. Gitmeden haber vermiştim diğerine, güya gidip aşkımı ilan edicektim. Herhangi bir cevap dahi almayınca, boşa kürek çektiğimi 1124345546. kez anladım. Ama bu sefer gerçekten anladım. Hostelde duş alıyordum ve kararımı bu sefer vermiştim. Akıp giden suda artık peşinden koşmayacağım hayallerim de vardı.

Arkadaşımla geçen eğlenceli 3-4 günden sonra, Roma'ya giden gece trenine bindim, yanımda “Korkuyu Beklerken”. Sabah 7 gibi trenden indim, ilk işim 3 gün geçerli Rome Pass i almak. Civarda en görevli görünen bir adama sordum, İtalyanca cevap verdi, anlamayınca Fransızcasını söyledi, kırmızı otobüsün yanına gitmemi söylüyordu, rouge un Fransızca kırmızı olduğunu biliyordum neyse ki. Yanından teşekkür ederek ayrılırken arkadaşlarına bir Fransıza yardım ettiğini anlatıyordu. Güldüm, güzel başlangıç dedim. Roma'ya hoşgeldim.

Hosteldeki adam tam bir İtalyan beyefendisi, hafif flörtif, oldukça yakışıklı ve bir o kadar nazik. Muhtemelen her gün en az beş defa anlattığı şeyleri bir kez de bana anlattı tatlı tatlı, açtı Roma haritasını, rotamı çizdi 3 günlük. Dışarı çıkıcaktım ki, orda dur dedi, önce bir duş alıyorsun, burda kahvaltını edip dinleniyorsun ve ondan sonra çıkıcaksın. Tartışacak halde değildim zaten tartışma götürecek öneriler de değildi. Kahve, portakal suyu ve iki adet çörekten oluşan kahvaltımı yapıp kendimi sokaklara attım.

Genelde yaptığım gibi, ilk gün yine klasik turist turunu yaptım, şu an çoğunun adını hatırlamadığım birtakım tarihi binaları gezip, nehrin ortasındaki minik adada harika bir dondurmacı bulup, içimdeki Avrupalı hesabı en bi güneşli kıyıya oturup dondurmamı yedim. Şimdi ne tarafa yürüsem diye bakındığım sıralarda gözlerindeki hinlik parıltısını farkedttiğim 3 adam gördüm, bana bakıp geçtiler. Birkaç dakika sonra yanıma biri yaklaştı, elinde harita bana birşeyler sordu. Çocuğuyla buluşması gerekiyormuş metroda, ona yardım edebilir miymişim. Kusura kalma amca buralı değilim, buralı birine sor dedim. O sırada da garip gelmişti de sonradan anladım ufak çaplı bir dümen olduğunu. İstanbul'dan alaylı olunca eğer bir şekilde tenha yerlere geliyorsam, -ki her şehirde oranın en tenha yerlerinde buluyorum kendimi bir noktada-, en azından içgüdüsel olarak o ıssız yerlerin en görünen, halka en açık kısımlarında yürüyorum. Bu adamlar da daha az görünür bir noktaya yürüyeceğimizde artık ne düşünüyorlarsa... Neyse ki safsalak olduğum kadar şanslıyım da.

Bir noktada yemek yemem gerekiyordu ama istediğim gibi bir yer bulmak için o kadar çok dolaştım ki, sonunda çok yoruldum ve zaten gece olmuştu. Hostele geri dönüp uyumaya karar verdim. Yanlış otobüse binip yanlış yerlerde inip kayboluktan sonra hosteldeki püskevit makinesinden aldığım cipsi yiyip bugün de ölmedim şükür, karnım da doydu dedim, mutlu mesut yatağıma uzandım.

2. gün.
'e uyandım diye devam edebilirdim ama hikaye esas tam burada başlıyordu. Ufak tefek birkaç komiklik şakalık olay dışında aslında Roma'nın ilk gününün, en azından gündüzünün yani, kayda değer bir tarafı yoktu. Ta ki pijamalarımı giyip yatana kadar. Odam giriş katında ve de ortak alanın tam yanındaydı. Ve o gece, hosteldekiler ortak alanda toplanmış konuşuyorlardı, yılların yatakhane gediklisi olarak madem uyuyamicam bari gideyim ben de ortak alana, konuşacak kadar aklım enerjim kalmadıysa da en azından iki değişik insan görürüm, bikaç şakayı anlar gülerim belki dedim ve üzerimdeki sümük (sünük) hırkam ve pembe yeşil pijamalarımda ortak alana gittim, bulduğum bir sandalyeye oturdum. 15 kişi kadar varlardı, bir noktada Türkiye den geldiğimi söyledim. Kanadalı, Amerikalı, Avustralyalı, Bulgar ve hatırlayamadığım bir ton milletten genç konuşuyor ben de yarı dinliyor, yarı uyuyor, arada da sırıtıyordum. Tarantino filmlerinden konu açıldığında bikaç şey söylemek istedim ama ağzımı açamayacak kadar yorgundum.

Yavaş yavaş insanlar dağılmaya başladı, sanırım kalkacak kadar enerjim olmadığından oturdum. Son 4-5 kişiydik ki O.nu farkettim. Eneee bu baya hoşmuş yauuvv dedim, aksanı da pek bi şeker, hikayelerini de negzel anlatıyor öyle dedim. O anlatsın sen dinle, öyle yani. Sonunda 3 kişi kaldık, J., O. ve ben. O esnada tabi artık bir noktada konuşmak zorunda kaldım, neleri konuşamadım tam hatırlamıyorum ama çekici (=sümük pijamalı) ve zeki (=hebee be) olmaktan çok uzaktım. Ertesi gün Venedik'e gidicekti ve facebook unu neyin almak zorundaydım. Vefakat yapamadım. İyi geceler dileyip odama gittim, aklımca bi plan yaptım, feysbukunu istemek için geri döndüm. “Ay telefonum burda mıymış ay değilmiş hihi” (mission fail) diyip yatağıma geri döndüm kös kös.

2. gün:
Ertesi sabah Roma sokaklarını nasıl dolaştığımı ben bilirim. Ah salak kafam neden istemedin iletişim bilgilerini, ne kadar gerizegalısın sen, kaç yaşındasın hayla bi feys bile soramıyorsun. Heh gitti işte, bi daha nerden görücen. Hosteldeki o adama yalvarsam, belki email adresini verir diye diye ne gördüğümü ne yaptığımı hatırlamadan dolaştım ve akşamüzeri hostele geri döndüm. Ve O.nu gördüm, gitmemişti, kocaman gülüşüyle gülüyordu üstüne üstlük şerefsiz. J. de ordaydı, ortak alanda. Yemek için bir yer biliyor musunuz dedim, J. bizi bir pizzacıya götürdü, orda oturduk pizza yedik, şarap içtik, hakikaten ne konuştuğumu hatırlamıyorum, zaten konuşamayacak kadar da aşırı aşırısı heyecanlıydım. Sanırım konuşmadığımda daha çekiciydim, çünkü sanırım O.nun da ilgisi vardı bana. Ve hatta J. nin de. Sonra ortak alanda konuştuk yine geç saatlere kadar, bu sefer feysbukunu aldım, birbirimize bikaç fotoğraf bile gösterdik (feysbuk üzerinden iliski analizleri kısım 1). Ertesi gün Venedik'e gidicekti, yani son görüşümdü ama olsun, iletişim bilgisini aldım ya, bi daha asla göremeyecek olsam da en azından ufak, ufacık bir bağ vardı artık, sanal ve anlamsız da olsa. Mission accomplished diyerek uyudum o gece.

Roma'nın son gününde artık günlerdir süren uykusuzluktan ve yoğun tempodan bitap düşmüştüm, 30-40 dklık tren mesafesindeki bir plaja gidip bütün gün kumda yatmayı düşlüyordum ki, o gün grev varmış tren neyin gitmiyordu plaja. İçimdeki Avrupalı yine höykürdü ordan, git o zaman bir park bul orada yat güneşlen uyu dedi. Eyvallah bacım sağolasın dedim, daha önceden görüp beğendiğim, bisiklet neyn sürdüğüm bi parka gittim. Civarında başka kızların da yatıp güneşlendiği bi alana serildim. Ne kadar süreyle yattım, ne kadar uyudum emim değilim, dizime değen bir şeyle uyandım. Yanı başımda evsiz bir adam vardı, elinde de boş bir fanta şişesi. Dizime değen şey o şişeydi ve ben başımı kaldırıp bakınca özür diledi. Nasıl oldu da o şişe dizime değdi, o adam niye o kadar yanımdaydı, çevremdekiler niye öyle garip bakıyorlardı bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum. Geçelim.

Öğleden sonra hostele döndüm, eşyalarımı alıp tren garının hemen yanı başındaki bir başka hostele geçicektim çünkü Milano'ya uçağım sabahın köründeydi ve havaalanı-hostel mesafesini optimize etmiştim. Milano'da bir gece daha geçirip ertesi günki sabahın köründe de İstanbul'a uçucaktım. Düm, tim, di, tim, tım. Hostelde O.nu görmemle tüm o zaman ekleri hükmünü yitirdi. Venedik'e o gece trenle gidicekti. J. de oradaydı. Yine aynı pizzacıya gittik, yine aynı kadro. Sonra döndük hostele, eşyalarımızı sırtlandık, J.le vedalaştık, hayatımda gördüğüm en iyi tokalaşmacıydı. Ben gar yanındaki hostelime O. da direk garın kendisine gidiyordu trene binmek için, beraber yürümeye başladık.

Yine dıştan neler konuştuk hatırlamıyorum ama iç sesimle büyük bir kavga halindeydik. Biri diyordu ki hadi Venedik'e git onla. Diğeri de diyordu ki, saçmalama, sabah uçağın, kalacak yerlerin her şeyin ayarlı, hem gitsen ne olucak ki, epi topu birkaç saat kalabileceksin Venedik'te. Bir taraftan iç sesler korosu, diğer taraftan onun hep böyle anlatsa ben de hep dinlesem hikayeleri... Gara geldiğimizde, gidilecek iki yol vardı. Ağzımdan çıkmak için kıyasıya yarışan iki çift laf. Birini acilen seçmem gerekiyordu, “Venedik'e senle gelsem nasıl olur” bu etabı kazandı.

3. güne daha çok vardı ve önce o tren yolculuğunu yapmamız gerekiyordu.

Ps. İşbu yazı pek sevgili suvebeyaz a yaklaşık 2 yıl (!!!!!^%+&%/&+(/%&+) önce verilen söz üzerine yazılmıştır. 

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Naniklendim

Acının nereden gelip nanik yapacağı hiç belli olmuyor. Adaların ışıklarını seyrederken Büyükada'dan İstanbul ışıklarına baktığımız anı hatırlayıp efkar yapmak,  "yapmazsan adam değilsin" derecesinde sıradan, amenna.

Ama azıcık evi toparlayayım, "aa giysi dolabının dibinde birtakım kağıtlar var, neymiş acaba atayım bari" dediğinde, karşına ryanair dan adığın ve hiç gitmediğin ve hayatının belki de en doğru, bir o kadar da talihsiz kararının belgesi olan uçak biletinin çıktısı, Roma pass kitapçığı ve Venedik-Milano tren biletinin çıkması vasitasıyla; yakandan artık düştü sandığın birtakım acıların ve özellikle de "artık" acıtan anıların "hiç gitmedik ki burdaydık" diyerek yüzüne gevrek gevrek gülerek, halaylar eşliğinde ortaya çıkması... İşte bunu doğrusu beklemiyordum.

En başından itibaren, böyle uzata uzata, hiçbir detayı atlamadan anlatmak istiyorum. Ama kabuk bağlamış yarayı kanatırcasına kaşımış olmaktan korkuyorum anlatırsam. Ya da belki anlatırsam hikayeleşir, kişiler masal kahramanı olur, bir varmış diye başlar bir yokmuş diye biter.

31 Mart 2013 Pazar

Hikayemtırak: Bilmezdim kıyafetlerin bu kadar kifayetsiz olduğunu Varşova'ya gidene kadar

Soğuğu bile sevebileceğimi de bilmediğim gibi. Halbuki her şey çok soğuk başlamıştı.

---13 Mart öğleden sonra:
Steril bir apartman dairesi, 18. katta.
Şehir ayaklarının altında
Belki de o yüzden bu hayata teğet geçme hissiyatı.
Ve ona karşı koyma ihtiyacı.
Sahi zaten yeteri kadar hayatın dışında hissetmiyor musun kendini?
O yüzden değil mi yürürken ağaçların yapraklarına uzanıp değme;
korkuluklara, bahçe duvarlarına dokunma isteği?
Somutluğunu kime kanıtlıyorsun, ağaca mı, duvara mı, demire mi?
Kendine tabi ki kuzum, kendine.

---24 Mart öğlen:---
Ve sonrasında kendime eski, kısım kısım dökülen,
Ama steril olmaktan da iyi anlamda çok uzak olan bir yer buldum, yaşamak için.
Odamda Bach'ın nota kağıtları(music sheet in Türkçesi neydi ya la, müzik çarşafları?)
Bir piyano, bir sürü kara kalem çizim, kitap, film, fotoğraf albümleri
İki de ev arkadaşım vardı, biri Agata, sanatın benim sayabildiğim 5 alanına bulaşmış
Bir de Marcin. Piyano çalıyor, o caz çalıyor, caz onu çalıyor.
Ben ona kahve pişiriyorum kısık ateşte ve olmayan köpükleri fincanlara pay ettiğim
Kahve beni pişiriyor, kahve beni karıştırıyor.

Son gün dolaşıyorum, karın eksik olmadığı, 
Ama en azından da eksili derecelerin iki haneye ulaşmadığı zamanlardan birinde.
Donuyorum, ellerim uyuyşuyor, müzik olmasa kulağım donacak
Ama ora benim, benim sokağımı yürüyorum, fırınımı bulup kruvasanımı yiyorum
Biri bana yol bile soruyor - kimin şanssızlığı bu sahi: yüzlerce kez geçtiğim yerlerde kimse bana yol sormazken, bilmediğim illerde, bilmediğim dillerde tarif sorulması? I don't speak Polish diyenlerin mi, onca insan arasından öyle diyeni seçenlerin mi?

Bir kan var bir de kanımdan içeri sanırım. 
Çünkü kırmızı olanı isyanlarda artık, donuyorum. 
Ama o içteki olan alev alev, daha fazlasını istiyor, şehrin hepsini yürüyeyim istiyor. 
Arada bir noktada anlaşıyorlar ve eve dönüyorum. 
Çayım, kitabım, Enver'im İbrahim le oturuyorum karlı sokaklara karşı
Cheesecake e kaşık atıyoruz sonra
Disko öncesi tansiyonlarımızı ölçüyoruz, 40-50 yaş arkadaşlarımla
Tansiyonlar yerinde, gidiyoruz bara
Bar klişesini yaşıyorum orda, başlamadan biten "this conversation is not going anywhere" 
Eve gelip bir çay daha içiyoruz  sonra çikolatamızla.
Konuştuklarımızın anca yarısını anlıyoruz ama sanki tamamımı anlamışlar, tamamlarını anlamışım gibi geliyor. Ya da en önemli kısımlarını. 

Dönerken kar yağıyordu, ama ben üşümüyordum. Şehri şehir yapan, yaşanacak kılan da insanlarmış. 
Kaderde gıcırdayan parkeli evde, kozmosa karşı banyo yapmak da varmış.
29 Mart öğleden sonra---

Geçenlerde bir arkadaşım demişti, yazsana bu ufak hikayelerini diye. Dedim önemli değil, unutacağımı hiç sanmıyorum. Yok sen yine de yaz dedi, haklısın dedim. Yazdım.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Arızaya Güzelleme

Epeydir farkettiğim bişey var, en çok arıza insanları seviyorum. Öyle ağırbaşlı oturaklı ne bileyim yoldan çıkmamış, hiç sapıtmamış insanların yanında akraba önüne çıkmış gibi oluyorum. Bana sorulmadıkça konuşmuyor, ayak baş parmağına göre halının deseninin konumlanmasına odaklanıyorum adeta. Hatta akraba ziyaretleri o bakımdan daha iyi, odaklanacak bir halı deseni var.

Ukalalık mı ediyorum, saflık mı, aptallık mı bilmiyorum. Herkesin kendine göre derdi var evet, ama hayat senle afedersin beyim, taşak geçerken oturup ağırbaşlı olmaya çalışmak mallık sanki. Ya da ne bileyim, belki öyle başa çıkanlar vardır. Neydi en özlü en güzel söz: herkesin popisi kendine.

Kısaca arıza insanları seviyorum en çok evet, çünkü onların yanında daha az rol yapıyorum, beni sevsinler ne akıllı kız desinler umrumda olmuyor, beylik konuşmak zorunda değilim ve beylik cevaplar da almıyorum. Bebeklerin kalabalıklar içerisinde birbirini farketmesi gibi birbirini farkediyor arızalar, kedilerin bir noktaya bakakalması gibi durup kalıyorlar bazen, çevresindekiler nereye baktıklarını çözemiyorlar. Evet aynen öyle.

27 yaşındaysanız ve arızanızın farkındaysanız ve hatta ona burkulup şişen bilek gibi sempati besliyorsanız hayat gerçekten çok güzel. (Bir kaç vakte afiyetle yenilip yutulacak önerme no. 15234 )

11 Aralık 2012 Salı

12.11.12


Bugün rol yapmadım biliyo musun günlük? Yani önceki günlere nazaran çok az. Ama rol yapmak veya yapmamak hiçbir şeyi değiştirmiyormuş ya, çok vurucu oldu. Nasılsın a cevap da hazırlamıştım aslında (-Nasılsın, -moralim bozuk biraz -hmm, hayırdır? -önemli diil, geçer yarına) , ama boşuna hazırlanılan ve asla sorulmayan sorulardanmış. Çalıştığım yerden çıkmıyor artık sanki hayat. Hep çalışmadığım cevapları istiyor, gidiş yolundan da puan kırıyor üstelik.

Sanırım -mış gibi yapıyorum derken bile kendimi birşey sanıyormuşum (bu ne küstahlık bu ne cüretkarlık) Şu dünyada, hastalıktan kıvranırken yatağınızda bir başına, bir bardak su vereninizin bulunmayabileceği gerçeğini görmüştüm yıllar önce. Hayat böyle de kahpe olabilir demiştim, yüzüne gülüp bir sürü şeyle avuturken, bir göz kırpmalık (bir dt anı) diliminde acı ve soğuk ve keskin yüzünü gösterebilir. Çevrende yüzüne gülen bir sürü insan, ve hatta bir kısmıyla artık arkadaşız sanırım dedirtecek kadar bile yakın oldukların olmuş olabilir. Ama bu demek değil ki, bir bardak su getirenin olacak. "Nasılsın" diyebilecek donanıma sahip ama çıkan her kelimenin bir çıkar-ki bu çıkarın işlevselliği ve önemi çok büyük bir spektrumda değerlendirlebilir, --ki bu spektrum durumun vehametini grafiksel olarak anlatmaktadır- dahilinde olması önşartını sağlamadığından vetoyu yiyebildiği bir dönemdeysen eğer; yabancı bir ülkede, ufak bir odada tek başına acı çekmek bile merhametli bir senaryodur.

Kendine, sadece kendin için ve kendi gözünden acıyabilmenin; başkalarının sana nasıl acıdığı ve senin de o başkalarının gözündeki "sen"e ne kadar acıdığın -ki bu acımalar geçtikleri her durakta eksponensiyel olarak artmaktadır- gibi fazladan elemanların olduğu denkleme, yani habitata girmeye katbekat yeğ olduğu, matematiksel ve işlevsel olarak kanıtlanabilmektedir işbu cümlede. Evet işbu özel değil ki, o da cümlenin başı kıçı sonuna gelebilir. Yıllarca başına gelmesi onun başını döndürdüyse, burada suç yine ancak bir şeylerin olmasının, olacak olmaya devam edeceği anlamına gelmediğini çok daha önce öğrenememesindendir, yani sözüm o ki kendi eksikliğindedir.. Öğrenebilir miydi gerçekten? Muhtemelen hayır. Ama biz yine de hastane labrotuvarı sterilliğimizden ödün vermeyelim. Yoksa ona sterillik değil de rasyonellik mi diyorduk? Hepimiz mühendisiz değil mi? Öyle demişti çünkü, hepimiz mühendisiz.

Bir de şu yaptıklarının yapacaklarının teminatıdır safsatası var, ama çok fazla -ecek -acak var o konuda söylemek istediklerimde. Daha düşünmeye yoruluyorum o zamanda, bir de yazmak ha! Zaten ilkokuldayken de sevmezdim onu, işe başladım - ve bitiremedim ne acı- hala da sevmem. Gelecek zaman kadar masal bir zaman var mı allasen? Miş'li geçmiş zamanın hakkını yiyorlar bence, onun için şöyle böyle diyorlar, rivayetmiş diyorlar. Geçiniz bunları, masal eki varsa o da -ecek -acaktır. Bakınız kesme işareti de koymadım, o kadar saymam onu.

<burada çok etkileyici süper bir bitiş paragrafı var aslında, ne kadar süper olduğu okuyucunun hayalgücüne bırakılmıştır>

Norah'ım Jones'tan gelsin