31 Temmuz 2012 Salı

"rio" diye yazılır "hiyu" diye okunur

28 Temmuz Cumartesi, sabahın 5.30 u ve güneş henüz doğmamış. Köhne bir otogar terminalinde otobüsten inmişti, hiç inmemiş olmayı dileyerek. Gerçi bütün geceyi üşüyerek geçirmişti, sahi neden ço açarlardı ki klimayı. Kimsenin dilini konuşmadığı bir memleketti burası, o sırada tutunacak tek şeyi çantasıydı genç kadının, o da öyle yapıyordu. Her otogar gibi orası da kaotikti, devamlı ilerleyenler, bağıranlar, bir köşede oturup izleyenler ve tabii dikkatinlerini çekmeyi risk etmek istemediği adamlar.

Evet, oraya, Rio de Janeiro'ya gelme planını uzur süredir yapmıştı, ama planın o kadarla kaldığının soğuk dandikliğini oraya varınca sabah farketmişti. Otobüsten indiğinde nereye gideceğine dair hiçbir fikri yoktu, ya da ne yapacağına. Ne de kalacağı hostelin adresine, veya oraya nasıl gidileceğine dair bir fikri. Ve gariptir ki, veya belki değildir, çok yabancısı olduğu ve çok çaresiz hissettiği durumlarda öyle görünmemek için aşırıya kaçardı, nitekim öyle oldu yine. Kimseye soramadı ne yapacağını, hoş sormak için önce neyi soracağını bilmesi lazımdı ya neyse.

Yapılacak en mantıklı şeyi yaptı: tuvalete gidip oturdu öylece. Belki içgüdüsel olarak Türkün aklının orada çalışacağını hissediyordu. Üstelik gizlemek zorunda da kalmıyordu, aptallığına söverkenki balık ifadelerini. Beklediği aydınlanma anı gelmedi mecazi olarak ama en azından güneşin doğuşu yaklaşmıştı coğrafi olarak. Tuvaletin güvenli ortamından terminalin kaosuna çıkmak zorunda kaldı eninde sonunda. Gözüne bir harita ilişti, az da olsa biraz fikir sahibi olmak istediği bulunduğu yer hakkında.

Güneş hala doğmuyordu ve bir an önce terminali tek etmeliydi. iki gecelik uykusuzluğun getirdiği yarım akıllı halde, en zeki halde olsaydı bile düşünebileceği en iyi şeyi düşündü: şehiriçi otobüslerin terminaline gidecekti. İsmini bildiği duyduğu bir yere giden bir otobüs bulabilme, ondan doğru durakta inebilme ve indiği yerde kahve içebilme umuduna sarıldı.

Terminale doğru en azından hedefimsisi olmanın verdiği iyi kötü güvenle ilerledi durağa doğru. Ve Copacabana otobüsünü gördü, 127 numara. Copacabana'yı görmüşlüğü yoktu ama görse çıkarırdı herhal. Yarım saat kadar geçti, hava artık epey aydınlanmıştı. Otobüste son kalan bir iki kişiden biri olma tedirginliğine giriyordu ki, sol taraftan göz kırpan denizi gördü biraz ötedeki. İndi otobüsten, ve denizin çağrısına uydu.

Sokağın sonuna ulaşıp ucundan azıcık gördüğü şeyin tamamını görünce, neden böyle aptallıklar yaptığını anladı bir kez daha. Ve yapmaya devam edeceğini de. Upuzun, göz alabildiğine uzun beyaz kumlu bir sahil, sağda ve solda garip ve bir o kadar güzel şekilli dağ silüetleri ve tabi ortalığı kızıla boyarken elini korkak alıştırmayan bir gündoğumu... Gündoğumlarının bu kadar kızıl olabildiğini bile bilmiyordu ki, nasıl afallamasın.

Kamerasını çıkardı, fotoğraflarını çekti, normal şartlarda asla bu kadar boş göremeyeceği sahilin ve yine normal şartlarda yatağında olacağı bu saatlerin. Aklı biraz yerinde olsa daha da çok çekerdi ama soğuk, uykusuzluk, yorgunluk ve açlık gibi şartlar bir araya gelince voltran misali, estetik haz karın doyurmuyordu maalesef, bir yorgan olup saramıyordu üşüyen bedenini.

Kahve içsem bişiciğim kalmaz, hem açılırım hem ısınırım hem de doyarım diye diye yürüdü sahilde, tabelaları okudu minik büfelerdeki, 3.büfeden sonra enejjisi tükenmişti artık, burada ne satıyorlarsa o olucak madem dedi, taze hindistan cevizi suyu aldı, içinden "when in rome, do as romans" diyerek. İçindeki soğuk ve donuk ortama biraz neşe katmaya çalışıyordu. Tadı birşeye benzeseydi başarabilirdi bile belki ama meret bildiğin ekşi su idi. O sırada da anlatamazdı başka türlü, şimdi sorsan yine aynı şekilde anlatırdı: ekşi su.

Yine yürümeye başladı, bu sefer hedef büyümüştü: wifi yı VE kahvesi VE DAHİ yenilebilicek bir şeyleri olan bir yer. İnsanoğlu işte, hep daha fazlası hep daha fazlası. Sahil ve paralelindeki rasgele sokaklarda aleladebir kafeydi fellik fellik aradığı, ama sahildeki bir barda buldu tüm isteklerini. Kahvesini içip susamlı bagelini yerken, gidip göreceği ilk yerin planını yapıyordu...

Devam edecek (i.e çok uykum geldi uyuyucam)...


not: Starbucks  a para kazandırmanın ne kadar yanlış olduğuna dair attığım nutuklar, elin Rio'larında sabahın körlerinde tırım tırım Starbucks aranırken götüme girdi afedersin. Şerefsizler, şerefsizler ama iyiler.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir hayalim var

aslında birkaç tane var. Gezmek. Hem de öyle yılda birkaç kere birkaç haftalığına da değil. Farklı yerleri görmek değil sadece, tanımak, yaşamak, oralıymış gibi yapmak, kendime yeni habitatlar kurup, yeni memleketler edinmek. Ve bunu yaparken fotoğraflarımla yaşayabilecek kadar kazanmak, kazanırken fotoğraflarla yaşamak istiyorum.

Yakın dostlarıma, doğru anda doğru soruyu soranlara ya da sadece konunun kenarından geçen konuşmalarda bile söylüyorum bu hayalimi. "La kızım (bu versiyonu olmuyormuş bak) böyle ulu orta söyleme, olmaz molmaz, ki hatta yüksek ihtimalle olmaz, seni ya aptal sanırlar bu devirde bu yaşta hala böyle hayaller diyerek ayıplarlar ya da içlerinden dalga geçerler" diyorum. Diyorum diyorum da, ayaküstü nezaket icabı sohbetlerde bile yine gönlümdekini döküveriyorum. Ee naber gibi bir soruya bile "iyilik nolsun" kasetini çalıştırmayı bile beceremediğim durumlar var, "varoluşsal sıkıntılar işte" diye cevapladığım, öyle söyliyim.

Şu andaki işim sayesinde aklımın ucundan geçmeyecek 2-3 yere gittim, haftaiçlerimi bağrıma taş bastım,  yoksaydım, kendimi server odalarının gürültülü ve lojik kuytularında kaybettim. Ama haftasonları küçük evliya çelebicilik ve çakma fotografçılık oynadım. Ve şimdi Sao Paulo'dayım, yarın yine soğuk ve gürültülü makine tarlasına giricem. Ama olsun haftasonuna 3 kaldı ya, bu da geçer elbet.


Neden böyleyim, neden çoluk-çocuk, eve direk arayışında değilim diye çok sordum. Birkaç tane teorim var:

1-Bir önceki yazıda bahsettiğim büyüme korkusu

2-Anne tarafı da baba tarafı da Trakyalı, çingenelik var genlerin sağında solunda bir tarafında. Öyle yer mer ayırt etmem, en pis yerlerde de yatarım, tanımadığım insanların evinde de, acımam. Rahatsız olmaktan rahatsız olmam.

3-Bizi zamanında teeeeeyy Orta Asya'nın göbeğinden kaldırıp Avrupalara kadar getiren baskılanmış muzır bir genin çevresel şartlarla tam güç çalışmaya başlaması.
Yani tarihçiler kusura bakmasınlar da, yok oradaki kaynaklar bitmeye başlamış, bizimkiler de sırf bu yüzden kalkıp çoluk çocuk, at eşek neyin toplayıp yola çıkmışlar, kavimleri göçürmüşler  felan. peeeeeehh(Sürahi nene), hiç inanamadım, yemezler.

İşte velhasılı kelam, derunumda neyim varsa söyledim, bir zaten bura kalmıştı.
Ahanda bu da resimlerin bir kısmı. Listedeki maddelerden biri de adam gibi bir site yapmak, sene sonunda kadar o işi de bağlıycam umarım. Listedeki maddeleri de bi ara elden geçirmem lazım, o da başka bir yazı olsun.

Ne diyeyim, inşallah maşallah.