11 Aralık 2012 Salı

12.11.12


Bugün rol yapmadım biliyo musun günlük? Yani önceki günlere nazaran çok az. Ama rol yapmak veya yapmamak hiçbir şeyi değiştirmiyormuş ya, çok vurucu oldu. Nasılsın a cevap da hazırlamıştım aslında (-Nasılsın, -moralim bozuk biraz -hmm, hayırdır? -önemli diil, geçer yarına) , ama boşuna hazırlanılan ve asla sorulmayan sorulardanmış. Çalıştığım yerden çıkmıyor artık sanki hayat. Hep çalışmadığım cevapları istiyor, gidiş yolundan da puan kırıyor üstelik.

Sanırım -mış gibi yapıyorum derken bile kendimi birşey sanıyormuşum (bu ne küstahlık bu ne cüretkarlık) Şu dünyada, hastalıktan kıvranırken yatağınızda bir başına, bir bardak su vereninizin bulunmayabileceği gerçeğini görmüştüm yıllar önce. Hayat böyle de kahpe olabilir demiştim, yüzüne gülüp bir sürü şeyle avuturken, bir göz kırpmalık (bir dt anı) diliminde acı ve soğuk ve keskin yüzünü gösterebilir. Çevrende yüzüne gülen bir sürü insan, ve hatta bir kısmıyla artık arkadaşız sanırım dedirtecek kadar bile yakın oldukların olmuş olabilir. Ama bu demek değil ki, bir bardak su getirenin olacak. "Nasılsın" diyebilecek donanıma sahip ama çıkan her kelimenin bir çıkar-ki bu çıkarın işlevselliği ve önemi çok büyük bir spektrumda değerlendirlebilir, --ki bu spektrum durumun vehametini grafiksel olarak anlatmaktadır- dahilinde olması önşartını sağlamadığından vetoyu yiyebildiği bir dönemdeysen eğer; yabancı bir ülkede, ufak bir odada tek başına acı çekmek bile merhametli bir senaryodur.

Kendine, sadece kendin için ve kendi gözünden acıyabilmenin; başkalarının sana nasıl acıdığı ve senin de o başkalarının gözündeki "sen"e ne kadar acıdığın -ki bu acımalar geçtikleri her durakta eksponensiyel olarak artmaktadır- gibi fazladan elemanların olduğu denkleme, yani habitata girmeye katbekat yeğ olduğu, matematiksel ve işlevsel olarak kanıtlanabilmektedir işbu cümlede. Evet işbu özel değil ki, o da cümlenin başı kıçı sonuna gelebilir. Yıllarca başına gelmesi onun başını döndürdüyse, burada suç yine ancak bir şeylerin olmasının, olacak olmaya devam edeceği anlamına gelmediğini çok daha önce öğrenememesindendir, yani sözüm o ki kendi eksikliğindedir.. Öğrenebilir miydi gerçekten? Muhtemelen hayır. Ama biz yine de hastane labrotuvarı sterilliğimizden ödün vermeyelim. Yoksa ona sterillik değil de rasyonellik mi diyorduk? Hepimiz mühendisiz değil mi? Öyle demişti çünkü, hepimiz mühendisiz.

Bir de şu yaptıklarının yapacaklarının teminatıdır safsatası var, ama çok fazla -ecek -acak var o konuda söylemek istediklerimde. Daha düşünmeye yoruluyorum o zamanda, bir de yazmak ha! Zaten ilkokuldayken de sevmezdim onu, işe başladım - ve bitiremedim ne acı- hala da sevmem. Gelecek zaman kadar masal bir zaman var mı allasen? Miş'li geçmiş zamanın hakkını yiyorlar bence, onun için şöyle böyle diyorlar, rivayetmiş diyorlar. Geçiniz bunları, masal eki varsa o da -ecek -acaktır. Bakınız kesme işareti de koymadım, o kadar saymam onu.

<burada çok etkileyici süper bir bitiş paragrafı var aslında, ne kadar süper olduğu okuyucunun hayalgücüne bırakılmıştır>

Norah'ım Jones'tan gelsin


6 Kasım 2012 Salı

Şecere - unutkanlığa güzelleme


Gittiğim her yere bir iz bırakma olayını yanlış anlamışım sanırım. Geçen gün şöyle bi düşündüm orda burda unuttuklarımı da, liste bir insanı rahatlıkla donatacak kadar kalabalık. Dalgınlık, unutkanlık, aklı bir karış havadalık, dikkatsizlik... Hepsini yeteri kadar işittim ama pişman değilim, yine olsa yine yaparım..

Unuttuklarımı unutmayayım diye buraya yazayım dedim, çünkü unutmayın, unutulanlar unutanları unutmak isteseler de öehh... Ahanda liste:

Silivri otobüsünde hırka, Playa del Carmen'de mp3 player, Manila'da ispanyolca ders notları, Rio'da kulak tıkacı kutusu, İzmitin minibüslerinde muhtelif eldiven ve bere kombinasyonları, Sao Paola'da en sevdiğim şalım, Tekirdağ otobüslerinde şemsiye ve hırka, Sevilla'da şemsiye, Dudullu minibüsünde padişah-sultan temalı kostümlü fotoğraf, Frankfurt'ta bere, Guatemala City'de mini usb port bağlantı kablosu, otogar servisinde bir kutu saray helvası, yurt odasında kot etek...

Bunlar tabi unuttuklarımı hatırladıklarım.

Yazarken dinlediğim şarkı, belki alakalıdır:

Avishai Cohen - The Remembering

not: İstanbul'a döndüm geçen perşembe itibariyle, hala bir yığın mallık mevcut bünyede. "Ali ata bak"tan hallice cümle kurabildiğim vakit yazıcam esas olan bitenleri. Ve de olmayanları...

22 Ekim 2012 Pazartesi

Guatemala sorun sende değil, bende(yersen)

...sonra işte haftasonu 5-6 saat otobüs yolculuğu çekmeye üşendim. Zaten bayramda binlerce km ötede çalışacak olmak epey moralimi bozmuştu, yeni yer görmek fotoğraf çekmek falan bir an için zorlama geldi, üzerimdeki giysiydi ve giysinin hakkını vermek için ona göre hareket etmem gerekiyor gibiydi.

Evet bu haftasonunu stressiz ve tembel bir şekilde geçirmeye karar verdim. Şehirde yapılabilicek olan birkaç şeyden biri olan hayvanat bahçesini ve müzeyi gezmeye karar verdim. Hava çok güzel, tam öğle vakti,  çoluğunu çocuğunu kapan düşmüş hayvanat bahçesi yoluna, kulağımda müzik, üstgeçitten geçiyorum. Daha ne isterim derken iki kişi önümü kesti, çekiştirmeye başladılar. "solo telefono, solo telefono" diyorlardı bi taraftan. İdrak etmek biraz zaman aldı, no no diyip, önüme bakıp devam etmek gibi bir şansım olmadığını anladığımda, -ve cüzdanımla ilgilenmediklerini- telefonu üst geçitten aşağı attım ve peşinden koştular.

Arkalarından ruh gibi ben de dolandım, az önce olanların gerçekliğine inanamayarak. 5-10m ötemde bi sürü insan vardı. Neden çığlık atmadım dedim? Ya da neden koşmaya çalışmadım? Neden telefonu caddesinin ortasına fırlatmadım?

En çok ne ağır geldi bilmiyorum. Giden fotoğraflar mı, iphone un kendisi mi yoksa saldırıya uğramış ve boyun eğmiş olmanın gurur kırıcılığı mı...Bu konuda tecrübesizmişim, onu anladım. Onca aksiyon filmini izlemek hiçbir işe yaramıyormuş meğer. Niye kız çocukları evcilik oyanarak ya da ip atlayarak büyür? Sokakta azıcık kavga etmeyi niye öğrenmemişim?

Güzel yerler gördüm aslında burda. Maya piramitleri, gölün etrafındaki minik Maya köyleri ve koloni dönemi mimarisinin başyapıtı Antigua'yı. Ama her seferinde garip bir yabancılıkla. Yabancı olma hissini çok severim aslında, ama buradaki farklıydı. Meksika ya da Brezilya'da, orada yaşayan bir yabancı gibiydim, ama oradaydım, oralıydım. Burada ise, yaşamayan sadece fiziksel olarak varolan biriydim, bir an önce gitmesi gereken.

Restini gördüm Guatemala, benden pas. Geri döneceğim güne kadar eksilen takvim yaprağı dışında bir şey ifade etmiyorsun bana.

not: Her şeyin, en kötü şeyin bile bir iyi yanı vardır (ya da olmalıdır) fikrinden yola çıkarak, evde kapalı kalma  durumunu lehime çevirmeye çalıştım, uzun süredir aklımda olan gezi/fotoğraf yazısı sitesini kurdum sonunda.

31 Temmuz 2012 Salı

"rio" diye yazılır "hiyu" diye okunur

28 Temmuz Cumartesi, sabahın 5.30 u ve güneş henüz doğmamış. Köhne bir otogar terminalinde otobüsten inmişti, hiç inmemiş olmayı dileyerek. Gerçi bütün geceyi üşüyerek geçirmişti, sahi neden ço açarlardı ki klimayı. Kimsenin dilini konuşmadığı bir memleketti burası, o sırada tutunacak tek şeyi çantasıydı genç kadının, o da öyle yapıyordu. Her otogar gibi orası da kaotikti, devamlı ilerleyenler, bağıranlar, bir köşede oturup izleyenler ve tabii dikkatinlerini çekmeyi risk etmek istemediği adamlar.

Evet, oraya, Rio de Janeiro'ya gelme planını uzur süredir yapmıştı, ama planın o kadarla kaldığının soğuk dandikliğini oraya varınca sabah farketmişti. Otobüsten indiğinde nereye gideceğine dair hiçbir fikri yoktu, ya da ne yapacağına. Ne de kalacağı hostelin adresine, veya oraya nasıl gidileceğine dair bir fikri. Ve gariptir ki, veya belki değildir, çok yabancısı olduğu ve çok çaresiz hissettiği durumlarda öyle görünmemek için aşırıya kaçardı, nitekim öyle oldu yine. Kimseye soramadı ne yapacağını, hoş sormak için önce neyi soracağını bilmesi lazımdı ya neyse.

Yapılacak en mantıklı şeyi yaptı: tuvalete gidip oturdu öylece. Belki içgüdüsel olarak Türkün aklının orada çalışacağını hissediyordu. Üstelik gizlemek zorunda da kalmıyordu, aptallığına söverkenki balık ifadelerini. Beklediği aydınlanma anı gelmedi mecazi olarak ama en azından güneşin doğuşu yaklaşmıştı coğrafi olarak. Tuvaletin güvenli ortamından terminalin kaosuna çıkmak zorunda kaldı eninde sonunda. Gözüne bir harita ilişti, az da olsa biraz fikir sahibi olmak istediği bulunduğu yer hakkında.

Güneş hala doğmuyordu ve bir an önce terminali tek etmeliydi. iki gecelik uykusuzluğun getirdiği yarım akıllı halde, en zeki halde olsaydı bile düşünebileceği en iyi şeyi düşündü: şehiriçi otobüslerin terminaline gidecekti. İsmini bildiği duyduğu bir yere giden bir otobüs bulabilme, ondan doğru durakta inebilme ve indiği yerde kahve içebilme umuduna sarıldı.

Terminale doğru en azından hedefimsisi olmanın verdiği iyi kötü güvenle ilerledi durağa doğru. Ve Copacabana otobüsünü gördü, 127 numara. Copacabana'yı görmüşlüğü yoktu ama görse çıkarırdı herhal. Yarım saat kadar geçti, hava artık epey aydınlanmıştı. Otobüste son kalan bir iki kişiden biri olma tedirginliğine giriyordu ki, sol taraftan göz kırpan denizi gördü biraz ötedeki. İndi otobüsten, ve denizin çağrısına uydu.

Sokağın sonuna ulaşıp ucundan azıcık gördüğü şeyin tamamını görünce, neden böyle aptallıklar yaptığını anladı bir kez daha. Ve yapmaya devam edeceğini de. Upuzun, göz alabildiğine uzun beyaz kumlu bir sahil, sağda ve solda garip ve bir o kadar güzel şekilli dağ silüetleri ve tabi ortalığı kızıla boyarken elini korkak alıştırmayan bir gündoğumu... Gündoğumlarının bu kadar kızıl olabildiğini bile bilmiyordu ki, nasıl afallamasın.

Kamerasını çıkardı, fotoğraflarını çekti, normal şartlarda asla bu kadar boş göremeyeceği sahilin ve yine normal şartlarda yatağında olacağı bu saatlerin. Aklı biraz yerinde olsa daha da çok çekerdi ama soğuk, uykusuzluk, yorgunluk ve açlık gibi şartlar bir araya gelince voltran misali, estetik haz karın doyurmuyordu maalesef, bir yorgan olup saramıyordu üşüyen bedenini.

Kahve içsem bişiciğim kalmaz, hem açılırım hem ısınırım hem de doyarım diye diye yürüdü sahilde, tabelaları okudu minik büfelerdeki, 3.büfeden sonra enejjisi tükenmişti artık, burada ne satıyorlarsa o olucak madem dedi, taze hindistan cevizi suyu aldı, içinden "when in rome, do as romans" diyerek. İçindeki soğuk ve donuk ortama biraz neşe katmaya çalışıyordu. Tadı birşeye benzeseydi başarabilirdi bile belki ama meret bildiğin ekşi su idi. O sırada da anlatamazdı başka türlü, şimdi sorsan yine aynı şekilde anlatırdı: ekşi su.

Yine yürümeye başladı, bu sefer hedef büyümüştü: wifi yı VE kahvesi VE DAHİ yenilebilicek bir şeyleri olan bir yer. İnsanoğlu işte, hep daha fazlası hep daha fazlası. Sahil ve paralelindeki rasgele sokaklarda aleladebir kafeydi fellik fellik aradığı, ama sahildeki bir barda buldu tüm isteklerini. Kahvesini içip susamlı bagelini yerken, gidip göreceği ilk yerin planını yapıyordu...

Devam edecek (i.e çok uykum geldi uyuyucam)...


not: Starbucks  a para kazandırmanın ne kadar yanlış olduğuna dair attığım nutuklar, elin Rio'larında sabahın körlerinde tırım tırım Starbucks aranırken götüme girdi afedersin. Şerefsizler, şerefsizler ama iyiler.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir hayalim var

aslında birkaç tane var. Gezmek. Hem de öyle yılda birkaç kere birkaç haftalığına da değil. Farklı yerleri görmek değil sadece, tanımak, yaşamak, oralıymış gibi yapmak, kendime yeni habitatlar kurup, yeni memleketler edinmek. Ve bunu yaparken fotoğraflarımla yaşayabilecek kadar kazanmak, kazanırken fotoğraflarla yaşamak istiyorum.

Yakın dostlarıma, doğru anda doğru soruyu soranlara ya da sadece konunun kenarından geçen konuşmalarda bile söylüyorum bu hayalimi. "La kızım (bu versiyonu olmuyormuş bak) böyle ulu orta söyleme, olmaz molmaz, ki hatta yüksek ihtimalle olmaz, seni ya aptal sanırlar bu devirde bu yaşta hala böyle hayaller diyerek ayıplarlar ya da içlerinden dalga geçerler" diyorum. Diyorum diyorum da, ayaküstü nezaket icabı sohbetlerde bile yine gönlümdekini döküveriyorum. Ee naber gibi bir soruya bile "iyilik nolsun" kasetini çalıştırmayı bile beceremediğim durumlar var, "varoluşsal sıkıntılar işte" diye cevapladığım, öyle söyliyim.

Şu andaki işim sayesinde aklımın ucundan geçmeyecek 2-3 yere gittim, haftaiçlerimi bağrıma taş bastım,  yoksaydım, kendimi server odalarının gürültülü ve lojik kuytularında kaybettim. Ama haftasonları küçük evliya çelebicilik ve çakma fotografçılık oynadım. Ve şimdi Sao Paulo'dayım, yarın yine soğuk ve gürültülü makine tarlasına giricem. Ama olsun haftasonuna 3 kaldı ya, bu da geçer elbet.


Neden böyleyim, neden çoluk-çocuk, eve direk arayışında değilim diye çok sordum. Birkaç tane teorim var:

1-Bir önceki yazıda bahsettiğim büyüme korkusu

2-Anne tarafı da baba tarafı da Trakyalı, çingenelik var genlerin sağında solunda bir tarafında. Öyle yer mer ayırt etmem, en pis yerlerde de yatarım, tanımadığım insanların evinde de, acımam. Rahatsız olmaktan rahatsız olmam.

3-Bizi zamanında teeeeeyy Orta Asya'nın göbeğinden kaldırıp Avrupalara kadar getiren baskılanmış muzır bir genin çevresel şartlarla tam güç çalışmaya başlaması.
Yani tarihçiler kusura bakmasınlar da, yok oradaki kaynaklar bitmeye başlamış, bizimkiler de sırf bu yüzden kalkıp çoluk çocuk, at eşek neyin toplayıp yola çıkmışlar, kavimleri göçürmüşler  felan. peeeeeehh(Sürahi nene), hiç inanamadım, yemezler.

İşte velhasılı kelam, derunumda neyim varsa söyledim, bir zaten bura kalmıştı.
Ahanda bu da resimlerin bir kısmı. Listedeki maddelerden biri de adam gibi bir site yapmak, sene sonunda kadar o işi de bağlıycam umarım. Listedeki maddeleri de bi ara elden geçirmem lazım, o da başka bir yazı olsun.

Ne diyeyim, inşallah maşallah.

26 Haziran 2012 Salı

aliler aliler çingene aliler hıh

Büyümekten hep korktum ben, tıfıl bir çocukken bile. İlk regl olduğumu sandığım zaman 11 yaşındaydım, karanlıktı, pek anlayamadım ne olduğunu. Ama tüm gece sabaha kadar dua ettiğimi hatırlıyorum, Allahım istemiyorum nooolur olmayayım, noooooluurrr, burnum falan kanasın çok gerekiyorsa diye diye sabahı ettim. Nasıl ürkütmüşsem 4 sene boyunca çıkamadı yerinden. Annem doktor moktor demeye başlayınca bu sefer doktor korkusuna geri çağırdım, geldi.

Korkutup içine kaçırdığım bir şey daha var. O da aşk. İlkokuldan beri, kim ki duygularını açıklama gafletine düşse hanzo misali yabanileştim. Bi tane C. vardı mesela, bir gün resim dersinde onun pastel boya kutusunda olan bir boyaya işim düştü, istedim. O güne kadar, ki 5 senedir aynı sınıftaydık, daha önce bir kelime bile konuşmayıp sadece işim düştüğünde, yani pastel boyasını istediğimde konuşmuş olmayı kendime yakıştıramadım. Okul çıkışı beraber yürüdük eve (meğer yakınmış evlerimiz). Birkaç ay sonra sokakta ip atlarken geldi yanıma bir arkadaşıyla beraber. Sonra arkadaşı dedi C. seni seviyor, sana aşık diye. O çok kaçtığım büyümek beni ensemden yakalamaya çalıştı, tabii ki verilebilecek en canice tepkiyi verdim. İçimdeki kabullenemezliği dışarıvurdum, duymamazlıktan, böyle bir olay hiç olmamazlıktan geldim ve ip atlamaya devam ettim.

2.vaka 1-2 sene sonra vuku buldu (vaka, vuku bulur mu? ) Yine ip atlıyordum mahalledeki çocuklarlan, ve yine iki kişi yaklaştı yanıma. (Bu wingman olayı dizi değil gerçekmiş meğer) Biri dedi ki, yanındakini kastederek ki ben daha önce onu hiç görmemiştim bile:
"bu Arap Ömer var ya, sana aşık. İsmini kazımış mezarlıktaki ağaca"
2. tepkim de değişmedi, he öyle mi kem küm hım mım diyerek ip atlamaya devam ettim.

3.vaka ise ortaokulda, bahçede tüm lisecek toplaştığımız o anlardan birinde oldu. Geldi, E., onu görmüşlüğüm vardı ama konuşmuşluğumu hiç hatırlamıyordum. "Damım olur musun?" dedi, hernekadar tek başına gelmiş olması cesaret puanları eklese de, kurduğu giriş cümlesinden herhangi bir hayır beklediğini sanmıyorum. Tabi ki yine "heh... ne, nasıl hehe" geveleyip, zaten kalabalık ortam, bir de marş okuma ayağına bir başka anlamazlıktan gelme yoluyla tehlike savuşturdum..

Bu işlerin lisedeki yöntemi ise, genelde erkeğin kızı akşam etüd vakitlerinden sonra (yatılı okul teey teyy) bir şey konuşabilir miyiz diyerek davet etmesiydi. İlk daveti aldığımda - ki en yakın arkadaşı da en yakın arkadaşıma benzer teklifi etmişti aynı anda, eş zamanlı konuşarak değişik bi sinerji yatarmak istediler herhal-, boş sınıfa doğru yusuf yusuf ilerlerken belletmen öğretmeni gördüm, "anaaaammm hoca geliyor hadi gidelim, haydin iyi geceler" diyerek topukladım. Artık kendimi geliştiriyordum sanırım, itirafı daha ettirmeden sıvışmak şeklinde. İkinci daveti alınca tezelden kaçamadım ama bu sefer de fırsat vermeme, göz korkutma taktiği izledim:

-Ne oldu ne diyeceksin, niye çağırdın, hadi söyle, niye söylemiyon, bak söyle yoksa gidiyom, bi daha da gelmem heee. Hadi gittim, zaten test çözcem daha.

Bunları ardarda diyince nefes almadan, gözünü korkutmuş, topladığı tüm cesareti de geldiği yere göndermiş bulunmalıyım ki bir daha yaklaşmadı gel sana bişi söylicem diye. Takip eden yıllar içinde bu özelliği giderek geliştirdim, önlemi baştan aldım.

Ama sorun bu değil ki yiğenim, hoşlanmadığın birisinin itirafından sakınmak iyi güzel de, işler senin de sevdiğin ve hatta basbayağı aşık olduğun kişiden kaçmaya varıyorsa, işte o noktada sapıtıyor bu büyümek korkusu. 4 senelik ortaokulun 3.5 senesini aşık geçirdim A.ya. Her gece bana çıkma tekflifi ettiğini hayal ederek uykuya daldım, meğer o da seviyormuş, öğrenince soğudum. Gittim ço güzel hassssiiiktir diyor diyerek bir başkasına platonik oldum. Ondan da zararlı sinyaller almaya başlamıştım ki okul bitti rahatladım.

Üniversite de gördüğümde nefesimi kesecek kadar aşık oldum birine, arkadaşına ondan daha samimi davrandım, işleri bok ettim (zaten sonra o da kaç yıllık en yakın arkadaşının sevgilisiyle çıkmaya başladı, duygusal görünümlü piç). Sonrasında da bir şey eğişmedi, sadece artık belli kodları uygulamıyorsan kimse yanaşmamaya başladı, malum büyüdük artık, kimsenin romantik aşklar peşinde koşacak hali kalmadı. Ben hem evlenmeyi istememek hem de evlenmiceksek ne boşuna uğraşıcaz aslanım diye düşünmek ikileminde buldum çözümümü.

Bir kişi oldu bu korkunun altedemediği, sevmenin ve sevilmenin ürkülecek bir şey olmadığını hissetiğim tek bir kişi. Ama o da başka bir kıtanın insanı, korku refleksim onu ciddiye bile almadı muhtemelen.

Niye hala, bu kadar dana yaşıma rağmen korkuyorum bu büyümekten. Ölmek korkusu mu acaba diyorum, ama ölümden gece yalnız kaldığım zamanlar dışında pek korkmam, güzel bir manzaraya bakınca hoşuma bile gider hatta taşa toprağa karışma fikri. Bana daha çok "büyük"lerin başkalarının ne yaptığına bu kadar bağlı dünyası itici geliyor sanırım. Pis entrikaların, egoların sidik yarıştırdığı, kendinden kopuk, başkalarına endeksli bir dünya. Önyargılı olmayı, kuyu kazmayı, bencilliği, para hırsını, tüketmeyi, eğlenmeyi unutmayı, sevdiklerini kaybetmeyi, sevmeyi birçok parametreye bağlamayı öğretmek dışında, ne işe yaramış ki büyümek. Ne işe yarıyor? Ya da bilmiyorum, belki de fazla yeşilçam filmi izledim küçük yaşta. Küçük yaşta öğrenilen şey kalırmış dedikleri bu olsa gerek.

Çok gerzek bi yazı oldu evet, ama şu aralar gerzek gibi hissediyorum, o yüzden en azından tutarlı bir durum. O değil de bir yerlerde bir gen neyin yok mu, çocuk yap, çocuk yaaaappp diye inceden fısıldayan ve bu yüzden aşkı sana matah bir şey gibi gösterebilen, gel evladım hiç acımıycak diye kandırabilen bir gen? Bir yerlerde olmalı, ama kimbilir onu da nasıl ürküttüm...

13 Haziran 2012 Çarşamba

Under construction

Neden yazmıyorum? Sanırım çok okuyorum şu aralar, ondan. Konuşmuyorum da çok, dinlemekle meşgulüm çünkü. Çünkü üzerine düşünmem gereken çok şey var. Daha önce az şey mi vardı, aslında değil. Daha önce her şeyi yeni baştan yorumlamam gereken bir durum yoktu, bildiğim sevdiğim ne varsa hepsini yeniden gözden geçirme ihtiyacım yoktu.

Ortaokuldaydım sanırım, varlığımın farkına vardığım, "düşünüyorum öyleyse varım" sözünün bir anlam ifade ettiği an. Otobüsteydim, dışarı bakıyordum. Ama henüz hazır değilmişim ki, birkaç yıl sürdü bu bilgiyi işlemem. Lise yıllarında inşaata giriştim esas. Allah'a inancımdan hayatımla ilgili ne istediğime, ne beklediğime dair her temelleri o gün attım, ilerde değişiklik hakkı mahfuz olacakşekilde  ve yasaların duruma ve taraflara göre lastik gibi her türlü tarafa çekilebilecek belirsizliğinde. Hani derler ya, Atatürk rakı masasında kurdu diye devleti(başka türlü nasıl kurulur zaten kodumun devleti). Ben de hayatı -öncesi, sonrası, şu anki varlığı- algılayışımı bisiklet sürerken kurdum. 10 metrekare bile olmayan ufacık bi bahçecikte, sonsuz veya sekiz -açıya göre değişir- şekilleri çizerken mor bisikletimle.

Şimdi, aradan 11 yıl geçtikten sonra, yine giriştim bu yıkım/yapım işlerine. Hala da bol gürültülerle, çevreye verdiği inanılmaz ölçüdeki rahatsızlıklara rağmen devam ediyor. Meksika'da bir otel odasındaydım, tesadüfen bulduğum blogun tesadüfen referans verdiği blogda her şeyin sallanmaya, bazılarının oturmaya başladığı an. Komplolarla o zaman tanıştım, teorisi değil bizzat kendisi ile. Dünyayı yöneten güçlerin; hissizleştirmeyi, tüketmeyi ve bu esnada sadece kendimizi düşünüp uyuşturmayı hedef alan planlarını okudum. Bu konu hakkında yazan-çizen çok, hazır yapılmışı var onu koyuyorum: http://michaelsikkofield.blogspot.com ve http://vigilantcitizen.com/vigilantreport/mind-control-theories-and-techniques-used-by-mass-media/

E iyi, sorgula, hissizleşme de, bu sefer de hisler üstüne üstüne geliyor. Bir kenara naftalinleyip sakladığın düşünceler ve bu düşüncelerden güç alan hisler düğümlenip kalıyor ümüğünde. Çıkamıyor, çünkü adresi yok. Kendi kendine konuşan insanları çok iyi anladığımı, arada bir bi kelimecik de olsa bazen benim de kaçırdığımı söylemiş miydim? Çevremdeki yapaylığın rahatsızlığını uzun süredir hissediyordum da, artık sanırım kendimi oyalama/farklı noktalara odaklayıp ağrıyan yerleri unutmaya çalışma numaralarım tükeniyor. İkiyüzlülüğüm rahatsız ediyor, galiba üç yüze çıkmam gerekiyor.

****
Buradan bi konuya bir şekilde geçmiştim ama şimdi geçiş noktasını hatırlamıyorum, alakasız görünücek ama bir alakası var aslında, sadece şu an hatırlayamadım. Teeeyyy neredeyse bir yıl önce kadar Godsy'den izin istemiştim, yazdığı bir konuya atıfta bulunup o konu hakkında yazmak için. Kısmet bu bağlantısız geçişe imiş

****
Erkek değil de kadın olarak doğmanın "iyi" yanı hayata birkaç-0 yenik başlamak sanırım. Güzel değil de iyi yanı. Her şeyin erkek egemenliğinde erkek düzenine ve erkeklere olan faydasına göre kurulduğu bir yerde erkek olarak doğsam, haksızlıkları hak olarak görmeye başlayabilirdim belki. Zalimlerden olmak daha kolay olurdu gibi geliyor. Kadının ne yapması gerektiğini bilebilme yetisi, duruma göre üstün olabilme "hakkı" olduğunu sanma yanılgısına düşmek yani. Diğer tarafın ne hissettiğini ne yaşadığını bilmek ve hatta bilmeyi istemek bile umrumda olmayabilirdi. İşte bu ihtimallerin fazlalılığındandır, o haksızlığı hak olarak görebilme kibrinden korktuğumdandır kadın olduguma şükretmem. Bir de bana gül bahçesi vadedildiği yanılgısına düşme ihtimalimden...

Her şey kolay olsaydı, zoru anlamaya çalışır mıydım? Her şey var olsaydı yoku bilir miydim? Belki.
Zordan başlarsan, başka seçeneğin yoktur ama. Çemberin zaten dışındasındır.

Çemberin dışında da tehlikeler yok değil. Nefretin daha sık bulunduğu söylenebilir belki. Ama nefret, güçlü ve oldukça negatif bir duygu. İnsanın kendi nefretini farketmemesi zor olur. Ama kibir çok daha sinsi, orada olduğunu hiç faketmeyebilirsin bile. Ya da benim duygu spektrumum böyle. Belki yanılıyorumdur (kibirden korktuğumu söylemiş miydim?)

3 Ocak 2012 Salı

Kezban uçağa biniyor

Ya anlatacak öyle çok şey var ki, öyle dallı budaklı konular var ki, hangi ucundan başlayacağımı kestiremiyorum. Dolu şişeden sıvıyı dökmeye çalıştığında olduğu gibi. Bir miktar dökülene kadar zorlanıyor, oraya buraya sıçrıyor ya, o hesap.

Herneyse, başlığı ilk yazıyorum ki gözüm oraya takılsın, konu neydi hatırlayayım diye. Bence bir başlığın en birinci ve temel vazifesi de o.

Evet ne diyordum, (ya da demeye yelteniyordum ama diyemiyordum bir türlü) - ben hiç aşk meşk işlerine girmemeliyim, yan etkileri ölümcül derecede tehlikeli oluyor. Belki aşık neyin olamamam (işte 5 senede bi falan) ve biyolojik olarak default gelmesi gereken aşka meylin eksikliği, esasen vicudumun kendini koruma refleksidir. Çünkü bildiğin tehlikeli yahu.

Şimdi şu noktada ufak bir malumat geçmem gerek, kendim hakkında objektif olarak(buyur burdan yak). Dikkat eksikliğim var benim. Bildiğin yediğin dikkat eksikliği. Psikiyatr arkadaşım koydu teşhisi de biraz bilimsellik kazandı.  Yoksa ben aklı bir karış havada gibi naciddi bir tanımı kullanıyordum o güne kadar. Ufak bir iki örnek verirsek, evin anahtarını kapının üzerinde unutma (dışarıdan tabii ki, gelip girmek isteyen olursa kilidi kırmakla uğraşıp masraf çıkarmasın diye sanırım), trafik ışıklarına bakmama, otobüste kendi durağımda değil de önümde duran biri inince inme vb. Bunun bir de yan etkileri var meseala, küçükken kendini sakarlık, büyüdükçe reflekslerde gelişmişlik olarak gösteren de, neyse konumuz bu değil şimdi.

Aklım hep bir yerlerdedir, ya olasılıklar dünyasının gerçekleşmemiş kısımlarında dolanır durur, ya da çeşitli saptamalarda bulunur, teoriler, genellemeler, örneklemeler, teorilerin revize edilmesi falan fıstık işte. Fiziksel dünyaya da arada bir geri döner, yapılması elzem ne varsa onu yapacak kadar kalır yine gider geldiği yere. Yıllardır bu şekilde hayatını idame ettirmeyi başaran bünyeye işte bu gönül meseleleri öldürücü darbeyi vuruyor. Çünkü ortalığı karıştırır bu gereksiz hislenmeler, tüm teorileri olasılıkları bir de o açıdan yorumlamaya çalışır, bu ekstra iş yükünün altından kalkmaya çalışırken de fiziksel dünyaya uğramaya vakit bulamaz.

Ahanda 2 hafta önce tam da o haldeyken proje bitişi tatile çıktım, uçağa neyin binmem gerekti. Öyle çok sık seyahat ettiğim söylenemez ama iyi kötü deneyimim var sayılır havaalanlarında. Check in yapıp gate e gidilicek altı üstü, kolay yani. Ama kolay işler beni sıkıyor biliyor musun? Neyse efendim checkin i yaptım, salona geçtim, uçuşu buldum, gate e gittim, kapının açılmasını beklerken biriyle tanıştım, konuşarak gidiyoruz, uçağa girdik koltuklarımıza bakıyoruz. Her şey normal seyrinde.
İdi. 
İsmim anons edilene kadar. İsmim anons edildi, geri döndüm, meğer benim uçuşumdan bir önceki uçuşmuş, biraz bekleyin hanfendi dediler. İyi peki madem deyip çıktım dışarı, aklım yine bir yerlerde olduğundan bir filmi izler gibi ama.

Tekrar beklemeye başladım, hangi gate te olacağını "skorbord"dan gözümü ayırmadan izliyorum. Aksi gibi rötar yaptı,  4 saat kadar. En sonunda belli oldu, gidip oturdum gideceğim gate in salonuna. Bir taraftan da internetten gideceğim yerlerde ne yapılır ne yenilir onları araştırıyorum. Bir ara insanlar ayaklandı gibi oldu ama baktım uçağa giren olmadı ben de oturup nette dolanmaya devam ettim. Sanırım bir iki saat daha rötar yaptı, o aralar çok bulanık. Zaten saat hesabı yapmayı da bırakmıştım çoktan, zaman kavramını pek kavradığım da söylenemezdi o aralar. Sonunda gate açıldı ve uçağa bindim yine. Kulağımda müzik, uçağın en sondan bir önceki sırasında koltuğuma yerleştim. Bir ara aklıma uçuk bir fikir geldi, ya şimdi ismimi yine anons ederlerse duyamam şeklinde. Çıkardım kulaklığımı ve anonsu duydum.
azmin zaferi, doğru uçağı bulamasam da bi şekilde uçtum evet

Yine beni çağırıyorlardı. Gittim yanlarına, bu sizin uçağınız değil bağyan, sizin uçak kalktı gitti dediler. Ben hala film izliyordum uzaktan, lan sonunda nolucak acaba, gitmeyi başarabilicek mi diye. "Ama ama ben bekliyordum hık mık" dedim, gidin çantanızı alın bağyan dediler. Peki madem dedim çantamı aldım çıkıyordum ki, tamam bu uçağa binebilirsiniz dediler. Yine peki madem (= ok, thanks) diyip gittim aynı koltuğa oturdum ve varacağım yerde yaşayacağım saçma sapan hikayelerime doğru yola koyuldum.
                                       -----FİN----

diyip bitirmek isterdim ki, malesef bu Kezban a gereğinden çok devam filmi çektiler. Sahne aynı, yine Mexico city havaalanı. Tatilden sonra artık yurda kesin dönüş için oradayım. Yine checkin yapılmış bitmiş. Rötar neyin de yok, gate i de belli, her şey çok normal. Yine salona geçip bilgisayarda fotoğraf editleme neyin oyalanırken gate e gitme vakti geldi. Baktım ağzına kadar dolu gate in önündeki koltuklar, iyi henüz uçağa geçilmemiş. Biraz daha oyalanayım çevrede, malum 9 saat aralıksız uçuş olucak, mümkün mertebe hareket edeyim dolanayım mantığındayım. Ki beklenen oldu:.ismimi anons ettiler... Yine noldu, bu da mı ofsayt hakim bey moduna giricektim ki lütfen 26 no'lu gate e gelin dediler. Peki ben nerdeyim derken farkettim, 25. gate in önündeymişim. Ufak bir yanlış okuma ya da okuduğunu yanlış görme ya da gördüğünü yanlış hatırlama vakası işte.

Şimdi gidip Ayşegül Küçük Anne yi okuyayım bari :/