3 Ağustos 2013 Cumartesi

Naniklendim

Acının nereden gelip nanik yapacağı hiç belli olmuyor. Adaların ışıklarını seyrederken Büyükada'dan İstanbul ışıklarına baktığımız anı hatırlayıp efkar yapmak,  "yapmazsan adam değilsin" derecesinde sıradan, amenna.

Ama azıcık evi toparlayayım, "aa giysi dolabının dibinde birtakım kağıtlar var, neymiş acaba atayım bari" dediğinde, karşına ryanair dan adığın ve hiç gitmediğin ve hayatının belki de en doğru, bir o kadar da talihsiz kararının belgesi olan uçak biletinin çıktısı, Roma pass kitapçığı ve Venedik-Milano tren biletinin çıkması vasitasıyla; yakandan artık düştü sandığın birtakım acıların ve özellikle de "artık" acıtan anıların "hiç gitmedik ki burdaydık" diyerek yüzüne gevrek gevrek gülerek, halaylar eşliğinde ortaya çıkması... İşte bunu doğrusu beklemiyordum.

En başından itibaren, böyle uzata uzata, hiçbir detayı atlamadan anlatmak istiyorum. Ama kabuk bağlamış yarayı kanatırcasına kaşımış olmaktan korkuyorum anlatırsam. Ya da belki anlatırsam hikayeleşir, kişiler masal kahramanı olur, bir varmış diye başlar bir yokmuş diye biter.

31 Mart 2013 Pazar

Hikayemtırak: Bilmezdim kıyafetlerin bu kadar kifayetsiz olduğunu Varşova'ya gidene kadar

Soğuğu bile sevebileceğimi de bilmediğim gibi. Halbuki her şey çok soğuk başlamıştı.

---13 Mart öğleden sonra:
Steril bir apartman dairesi, 18. katta.
Şehir ayaklarının altında
Belki de o yüzden bu hayata teğet geçme hissiyatı.
Ve ona karşı koyma ihtiyacı.
Sahi zaten yeteri kadar hayatın dışında hissetmiyor musun kendini?
O yüzden değil mi yürürken ağaçların yapraklarına uzanıp değme;
korkuluklara, bahçe duvarlarına dokunma isteği?
Somutluğunu kime kanıtlıyorsun, ağaca mı, duvara mı, demire mi?
Kendine tabi ki kuzum, kendine.

---24 Mart öğlen:---
Ve sonrasında kendime eski, kısım kısım dökülen,
Ama steril olmaktan da iyi anlamda çok uzak olan bir yer buldum, yaşamak için.
Odamda Bach'ın nota kağıtları(music sheet in Türkçesi neydi ya la, müzik çarşafları?)
Bir piyano, bir sürü kara kalem çizim, kitap, film, fotoğraf albümleri
İki de ev arkadaşım vardı, biri Agata, sanatın benim sayabildiğim 5 alanına bulaşmış
Bir de Marcin. Piyano çalıyor, o caz çalıyor, caz onu çalıyor.
Ben ona kahve pişiriyorum kısık ateşte ve olmayan köpükleri fincanlara pay ettiğim
Kahve beni pişiriyor, kahve beni karıştırıyor.

Son gün dolaşıyorum, karın eksik olmadığı, 
Ama en azından da eksili derecelerin iki haneye ulaşmadığı zamanlardan birinde.
Donuyorum, ellerim uyuyşuyor, müzik olmasa kulağım donacak
Ama ora benim, benim sokağımı yürüyorum, fırınımı bulup kruvasanımı yiyorum
Biri bana yol bile soruyor - kimin şanssızlığı bu sahi: yüzlerce kez geçtiğim yerlerde kimse bana yol sormazken, bilmediğim illerde, bilmediğim dillerde tarif sorulması? I don't speak Polish diyenlerin mi, onca insan arasından öyle diyeni seçenlerin mi?

Bir kan var bir de kanımdan içeri sanırım. 
Çünkü kırmızı olanı isyanlarda artık, donuyorum. 
Ama o içteki olan alev alev, daha fazlasını istiyor, şehrin hepsini yürüyeyim istiyor. 
Arada bir noktada anlaşıyorlar ve eve dönüyorum. 
Çayım, kitabım, Enver'im İbrahim le oturuyorum karlı sokaklara karşı
Cheesecake e kaşık atıyoruz sonra
Disko öncesi tansiyonlarımızı ölçüyoruz, 40-50 yaş arkadaşlarımla
Tansiyonlar yerinde, gidiyoruz bara
Bar klişesini yaşıyorum orda, başlamadan biten "this conversation is not going anywhere" 
Eve gelip bir çay daha içiyoruz  sonra çikolatamızla.
Konuştuklarımızın anca yarısını anlıyoruz ama sanki tamamımı anlamışlar, tamamlarını anlamışım gibi geliyor. Ya da en önemli kısımlarını. 

Dönerken kar yağıyordu, ama ben üşümüyordum. Şehri şehir yapan, yaşanacak kılan da insanlarmış. 
Kaderde gıcırdayan parkeli evde, kozmosa karşı banyo yapmak da varmış.
29 Mart öğleden sonra---

Geçenlerde bir arkadaşım demişti, yazsana bu ufak hikayelerini diye. Dedim önemli değil, unutacağımı hiç sanmıyorum. Yok sen yine de yaz dedi, haklısın dedim. Yazdım.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Arızaya Güzelleme

Epeydir farkettiğim bişey var, en çok arıza insanları seviyorum. Öyle ağırbaşlı oturaklı ne bileyim yoldan çıkmamış, hiç sapıtmamış insanların yanında akraba önüne çıkmış gibi oluyorum. Bana sorulmadıkça konuşmuyor, ayak baş parmağına göre halının deseninin konumlanmasına odaklanıyorum adeta. Hatta akraba ziyaretleri o bakımdan daha iyi, odaklanacak bir halı deseni var.

Ukalalık mı ediyorum, saflık mı, aptallık mı bilmiyorum. Herkesin kendine göre derdi var evet, ama hayat senle afedersin beyim, taşak geçerken oturup ağırbaşlı olmaya çalışmak mallık sanki. Ya da ne bileyim, belki öyle başa çıkanlar vardır. Neydi en özlü en güzel söz: herkesin popisi kendine.

Kısaca arıza insanları seviyorum en çok evet, çünkü onların yanında daha az rol yapıyorum, beni sevsinler ne akıllı kız desinler umrumda olmuyor, beylik konuşmak zorunda değilim ve beylik cevaplar da almıyorum. Bebeklerin kalabalıklar içerisinde birbirini farketmesi gibi birbirini farkediyor arızalar, kedilerin bir noktaya bakakalması gibi durup kalıyorlar bazen, çevresindekiler nereye baktıklarını çözemiyorlar. Evet aynen öyle.

27 yaşındaysanız ve arızanızın farkındaysanız ve hatta ona burkulup şişen bilek gibi sempati besliyorsanız hayat gerçekten çok güzel. (Bir kaç vakte afiyetle yenilip yutulacak önerme no. 15234 )